"Husûsiyle ısyân, ifsad ve cehâlet denizinin taşdığı, yeryüzünün her yerinde Hakkı inkâr cereyânlarının yayıldığı, azgınlığın, içi çürük dışı yaldızlı güzelliklerin ve bid'atlerin mâhir eller tarafından süslenerek sunulduğu, böylesine çetin bir zamanda îmânı kurtarmak kolay değildir." (Merhum Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî Hazretleri, Camiu'l-Mütûn,1988 sh:29)
MATBÛÂT Arşivi
-
▼
2011
(40)
-
▼
Ağustos
(16)
- "ATATÜRK 10 KASIMDA MI ÖLDÜ?"
- "DEPREM KATİLLERİ"
- "MODA BAŞA BELA"
- SANDALYEDE NAMAZ MODASI!
- DİYANET BÖYLE İKEN TÜRKİYE LAİK DEĞİLDİR.
- GENELEVLERDE VESİKALI FAHİŞE ÇALIŞTIRMAK DÜZENİN Ç...
- BALÇİÇEK'İN ÇOCUKLARI UTANIR DA BİZİMKİLER UTANMAZ...
- Müstehcen Seks ve Şehvet Azgınlıkları
- “Ramazan fitne çıkarma timi” sahnede!
- İslam'da Yenilik Fitne ve Fesadı
- Terörle mücadele... Org. Başbuğ, neyi başardı ki?
- Bıyıksız Diyanet!
- Gitti Zekeriya Beyaz, geldi Yaşar Nuri!
- Müslümanlara karşı küresel komplo
- Müslüman katili iftar sofrasında
- Yangın Var!
-
▼
Ağustos
(16)
24 Ağustos 2011 Çarşamba
"ATATÜRK 10 KASIMDA MI ÖLDÜ?"
(Engin Ardıç-Sabah-24.8.11)
Siz Muammer Kaddafi'yle uğraşadurun, benim önümde çok daha ilginç bir konu var. "Profesyonel" açıdan daha uygun düşerdi ama kasım ayını bekleyemeyeceğim, kimse kusura bakmasın.
Latife Hanım'ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke, Atatürk'ün 9 Kasım'da öldüğünü söylemiş. ("Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor" diyecekler bu yazıyı hiç zahmet edip okumasınlar.) Sayın Öke 44 yaşında. Bu iddia, birinci elden tanıklık değil, aile içinde konuşulanlardan ve herhalde Latife Hanım'ın kızkardeşi, anneannesi Vecihe Hanım'dan duyduğu bir şey...
Dört ay önce yayınlanan çarpıcı bir kitabı fırsat bulup da ancak okuyabildim:
"Teyzem Latife"... Yazar Fatih Bayhan'ın Mehmet Sadık Öke'yle yaptığı bir "nehir-söyleşi"... Bu tür kitaplar, çok rahat ve hızlı okundukları için son yıllarda çok moda.
Öke, Atatürk'ün Latife Hanım'la evliliği ve boşanması konusuna birçok müthiş ayrıntı getirmiş.
Örneğin Fikriye Hanım'ın intihar etmediğini, Rusuhi Bey tarafından vurulduğunu buradan öğrenebilirsiniz. (Fikriye Hanım, terkedilmenin acısıyla, hem Atatürk'ü hem eşini vurmaya gelmiş Çankaya'ya, önlemişler.) Daha başka Çankaya dedikodularına hiç girmeyelim: "Bir süre köşkte kalan" dansöz Refet Süreyya Hanım (Fahrettin Altay'ın hatıralarında varmış)... Kadın kılığına girerek dans eden garson Saip...
Bir de Fransız şarkıcı Yvonne Vincent olacaktı yahu, Refii Cevat'ın (Ulunay) yazdığı...
Geçelim bunları. Sayın Öke, Atatürk'ün sanıldığı ve hep bilindiği gibi 10 Kasım'da değil, 9 Kasım'da öldüğünü, "son bir hafta boyunca süren pazarlıkların son gün yoğunlaşarak anlaşmaya varılması üzerine 10 Kasım'da vefatın ilan edildiğini" söylüyor.
Cumhuriyetin "taht kavgası" olsa gerek.
Doğru mudur bu? "Tabii bilirsiniz" diye başlamış sözüne, söyleşinin o bölümünde.
Hayır, bilmeyiz.
Biz de bilmedikten sonra, halk ne halt etsin?
Gerçi, "Atatürk'ün açıklandığı ve hep anıldığı şekilde saat 9'u 5 geçe değil, sabah 7 sularında öldüğünü, okulların ve resmi dairelerin mesai saati başlangıcına denk getirilmesi ve böylece törenlere katılımın kolaylaştırılması amacıyla kamuoyuna 9'u 5 geçe olarak bildirildiğini" duymuştuk ama...
Bunu ortaya atan da Çetin Altan olmuştu hatırladığımız kadarıyla, pek üstünde durulmamıştı...
Fakat 9 Kasım... Hayır, bilmiyorduk.
Diyeceksiniz ki, Atatürk 9 Kasım'da ölse ne farkeder, 6 Kasım'da ölse ne değişir?
Saat sekiz çeyrekte ölse ne olacak, on buçukta ölse ne yazacak?
Mesele bu değildir.
Ne tür rezillikler dönmüş o Dolmabahçe Sarayı'nda?
Nasıl gözümüzün içine baka baka yalan söylerler ve yetmiş yıl kimse ağzını açmaz? Nasıl kandırılır kuşaklar boyunca bu ülkenin vatandaşları?
Bu memleketin, bu rejimin her şeyi mi yalan dolan ve sansür üzerine kuruludur?
Hani "Kürt" diye de kimse yoktu ya, onun gibi... Hani ele geçirilen roketatarlar da su borusuydu ya, onun gibi...
Eski genelkurmay başkanı suçlamıştı ya, "alternatif tarih yaratmaya çalışıyorlar" diye, kimlerdir bunlar?
22 Ağustos 2011 Pazartesi
"DEPREM KATİLLERİ"
(Şevket Eygi-22.8.11)
Çürük binalar inşa eden, bu binalar depremde yıkılan yahut deprem falan olmadan durup durduğu yerde yıkılan müteahhitler katildir.
Böyle binalara oturma ruhsatı verenler katildir.
Deprem bölgesinde, kanunların ve nizamların izin vermemesine rağmen bin türlü alavere dalavere ile fazla kat çıkılmasına izin verenler katildir.
Depremde yıkılacak çürük binalara af çıkartanlar katildir.
Deprem beklenen bir bölgede, ilk depremde yıkılacak ve içindekilere mezar olacak binalarda oturulmasına izin veren, göz yumanlar katildir.
İlk şiddetli veya orta şiddetli depremde yıkılacak binalarda çoluk çocuğuyla umursamazca oturanlar intihara niyet etmişlerdir.
Fay hattının tam üzerine bina yapımına izin verenler canidir.
İstanbul'da on binlerce binanın zemin katlarındaki kolonlar kaldırılmış, geniş mekanlar açılmış; dükkanlar, lokantalar, pastaneler, iş yerleri yapılmıştır. Bunlar ilk şiddetli zelzelede çökebilir, çökecektir. Bunları yapanlar, bunlara izin verenler, bunlara göz yumanlar bir tür katildir, canidir.
12'nci yıldönümünü idrak ettiğimiz büyük 17 Ağustos zelzelesinde on binlerce bina yıkıldı, kimisi yassıkadayıf gibi çöktü, kimisi yana yattı, elli bin vatandaş öldü, büyük facialar oldu. (Gerçek ölü sayısı 50 bindir...) Bunca facianın, ölünün, yıkılan binanın suçlusu olarak Veli Göçer adında bir müteahhit tutuklandı, hapse mahkum edildi. Böylece adalet yerini buldu. Adalet adalet adalet!... Ah adalet!..
İstanbul büyük depremini bekliyor.
Marmara bölgesi büyük depremini bekliyor.
Deniz kumuyla yapılmış çürük binalar yıkılmayı bekliyor.
Kaçak katlı binalar yıkılmayı bekliyor.
Alt katlarındaki kolonlar kaldırılmış binalar yıkılmayı bekliyor.
Deprem kuşağında depreme dayanıklı olarak yapılmamış bilcümle binalar yıkılmayı bekliyor.
Bütün deprem uzmanları koro halinde büyük olacaaaak diye bağırıp duruyor.
Bilinçaltımızda küllenmiş deprem korkusu var ama aldırmıyoruz.
Japonya'da sık sık deprem oluyor, orada bütün tedbirler alınmıştır. Bardaklar bile depremde kırılmayacak şekilde muhafaza edilmektedir.
Son tsunami felaketinde Japon halkının sabrı, metaneti, disiplini, ahlakı, feragati, azmi, fazileti bütün dünyayı hayran bıraktı.
Biz Japonlar gibi miyiz?
İstanbul halkı için bir "Deprem Andı" metni yazılmalıdır. Herkes her sabah bu metni okumalıdır. Milyonlarca nüshası görülecek yerlere asılmalıdır.
"Ben bir İstanbulluyum... Yaklaşan büyük depremi bekliyorum... Tedbirsizim... Hazırlıksızım... Vurdum duymazım... vs vs..."
*(İkinci yazı)
Haram Kazanç ve Zenginlik Felâket Getirir
İman edenlerle iman etmeyenler arasındaki temel farklardan biri helal ve haram kazanç kavramıdır.
Mü'mine göre Allah ticareti helal, ribayı haram kılmıştır.
Helal ticaretten elde edilen gelir ve servet (zekat ve sadaka verilmek ve azgınlık yapılmamak şartıyla) hayırlıdır, bereketlidir, uğurludur.
Bir adam ribayla Karun kadar zengin olsa o servet onun için belâdır, âfettir, felakettir, ateştir, uğursuzluk kaynağıdır.
Allah ribadan başka şeyleri de yasaklamıştır.
İçki... Kumar... Yasal veya gizli, vesikalı veya vesikasız, KDV'li veya KDV'siz karı satmak, halka zararlı gıda maddeleri yedirmek, dana eti diye domuz eti, hileli ve mağşuş mallar...
Adam turistik otel yaptı, içinde içki satılıyor. Geliri haramdır.
Vitrine nefis döner bulunur diye yazdı ama döner nefis değil, berbat, onun kazancı da haramdır.
Malının kusurunu söylemeden sattı, ticareti haramdır.
Türkiye'de turizm patlaması var, her yıl ülkemize birkaç on milyon turist geliyor ve bundan büyük gelir elde ediliyor. Bu turistlerin bir kısmı temiz insanlar. Bir kısmı ise İslamî ölçülere göre ahlaksız. Bu turistler içiyor, zina yapıyor, bin türlü çıplaklık ve ahlaksızlık sergiliyor. Onların yaptıkları sadece İslam'a değil, kendi dinlerine göre de günahtır, ayıptır ama aldırmıyorlar.
Bu tür turistlerden ve turizmden kazanılan para haramdır ve ne kazananlara, ne ülkeye, ne devlete bu kazançtan bir hayır gelir.
İçki konusunda sadece içen değil, sâkilik yapan da günahkardır.
Faize aracı olan, faizin kâtipliğini yapan da günahkardır.
TC vesikalı, KDV'li, yasal ve açık fuhşa rıza gösteren herkes günahkardır.
Ülkemize dış ülkelerden bir ordu kadar fahişe geliyor, bunlar yoğun fuhuş yapıyor, bol para kazanıyor, bazısı fuhuş çetelerinin eline düşüyor, bir genel rezalet ki, sormayın.
Devlet bunları bilmiyor mu sanıyorsunuz?
Müslüman bir toplumda ahlaksızlık sereserpe açık hale gelirse.
Yaygın, genel ve yoğun olursa.
Tabiî görülürse.
Yüzde iki üç sınırını aşar yüzde elli olursa.
Memlekete bir meyhane-i kübraya dönerse.
Turizm sektöründe döviz gelecek diye her halt yenirse.
Müstehcen neşriyat azdıkça azarsa.
Milyonların seyrettiği dizi filmlerin zina sahnelerinde oyuncular kameralar önünde gerçekten çiftleşirse.
On milyonlarca vatandaş, çoluk çocuk hepsi bunları izlerse.
Bazı kısa etekli donsuz turist karıları Sultanahmet camiinin merdivenlerinde sere serpe oturur, bilmem nerelerini fütursuzca teşhir ederse.
Böyle bir ortamdaki gelir bolluğu ve servet uğur değil uğursuzluk getirir.
Saadet değil, felaket getirir.
İlgilileri, sorumluları, halkı uyarıyorum.
21 Ağustos 2011 Pazar
"MODA BAŞA BELA"
(FARUK ÇAKIR-20.8.11)
Bu gerçek, uzun yıllardan beri ifade edilir, ama öte yandan bu ifadeler pek çok kişi tarafından da ‘şehir efsanesi’ muamelesi görür. “Her şeyin altında ‘moda’ aramak da moda oldu” diye itiraz edilir.
İngiltere’de yayınlanan Sunday Times gazetesinin eski moda editörü Charty Durrant, ‘moda’ hakkında öyle tesbitlerde bulunmuş ki, benzer tesbitleri bir ‘müftü’ hem de Türkiye’de dile getirmiş olsa bütün ‘modaseverler’ itiraz ederdi! Bakalım İngiliz gazeteciye itiraz edenler çıkacak mı?
Sunday Times’ın eski moda editörü Charty Durrant’a göre, kötü çalışma şartlarından aşırı tüketime pek çok problemin sebebi moda endüstrisi. Çözüm ise sadeliği ve iç dünyada zenginliği vurgulayan hayat tarzına geri dönmekte.
Çocuk işçiler, kötü çalışma şartları, küresel açgözlülük kültürü, aşırı tüketim, çarpık imajlar, yeme bozuklukları, çevre kirliliği, su kıtlıkları, ruhsal ve fiziksel zarar, hatta pornografi, boşanma ve gençlerin ihtiharları... Ünlü moda dergisi Vogue’un İngiliz edisyonunun ve prestijli Sunday Times gazetesinin eski moda editörü Charty Durrant’a göre, tüm bunların sorumlusu moda endüstrisi. (Milliyet, 15 Ağustos 2011)
İlk bakışta “Moda’nın ‘çevre’ye ne zararı olur ki?” sorusu akla gelebilir. Bunu da şöyle izah ediyor eski moda editörü Durrant: “Modanın çevreye zehirli etkisi tekstil endüstrisinin yoğunlaştığı Hindistan, Çin, Brezilya ve Afrika’da açıkça görülüyor. Çevreyi kirleten böcek ilaçlarının ana sorumlularından biri moda, çünkü bunlar ucuz pamuk üretmek için kullanılıyor. Su kıtlığında da modanın parmağı var. Yalnızca bir kot pantolon üretmek için gerekli olan pamuğun yetiştirilmesinde 800 litre su harcanıyor. Düşük maliyet-yüksek fiyata odaklanan moda, Çin gibi ülkelerdeki kötü çalışma koşullarını ve çocuk işçilerin çalıştırılmasını tetikliyor.”
Durrant’a göre modern moda, demode ve rezil olma korkusuyla cinsel çekim üzerinde şekillendiriliyor. Artık rahatlık ve kendine özgü bir stil oluşturmak geri planda kaldı. Sürekli değişen trend çılgınlığı derinleştikçe, moda kendini ifade etme biçimi olmaktan çıktı, kendini ve diğerlerini yargılama haline geldi. Durant boşanma, pornografi ve gençlerin intihar etmesinden de modayı sorumlu kılıyor. (agg.)
Peki çözüm nedir? Durrant, bu ‘kitlesel tüketim çılgınlığı’ ve ‘açgözlülük kültürüne’ karşı ‘yavaş moda’nın gelmesi gerektiğini söylüyor. Modada aşırılık ve şovenizm yerine sadelik gelmeli. Hiçbir zaman demode olmayan kaliteli ve klasik moda ürünleri benimsenmeli. Böylece dış görünüşte sadelik ve iç dünyada zenginliği vurgulayan yaşam tarzına geri dönülebilir.
Gençleri ‘moda’ hastalığından uzak tutmak isteyenlerin haklılığı bir defa daha ortaya çıkmış olmuyor mu? Durrant’ın da ifade ettiği gibi müstehcenliğin kaynağı da moda. Medyanın ‘moda’ diye gençlere sunduğu hayat tarzı, gerçekte onları uçuruma sürüklemek değil mi? İçki moda, açık-saçık giyinmek moda, sigara moda, kumar moda, kavga moda, anarşi çıkarmak moda, yakmak moda, yıkmak moda... ‘Moda’ dergilerine bakıldığında ‘moda’nın müstehcenliği körükleyen ve sürükleyen bir vasıta olarak kullanıldığı net olarak görülür.
Bu yanlışlara itiraz ediyor ve gerçekleri dile getirdiği için “moda editörü Charty Durrant”ı tebrik ediyoruz. Bu ‘moda’ gün gelir, teşvik edenlerin başına da belâ olur, bilinsin...
19 Ağustos 2011 Cuma
SANDALYEDE NAMAZ MODASI!
17 Ağustos 2011 Çarşamba
DİYANET BÖYLE İKEN TÜRKİYE LAİK DEĞİLDİR.
Diyanet İşleri Başkanlığına vazifesine ve şanına yakışır bir konum vermeyen bu sistemi kınamış, ona karşı ikiyüzlülüğünü ortaya koyarak ayıplamış ve sormuştuk: Diyanet dinî bir kurum mudur, yoksa idarî bir kurum mu?
Arkasından gelecek soru da hazırdır tabi: “Laik devlette diyanet olur mu?”
Bu sistem halka cevap vermeye gerek bile duymaz. Baştan bir söz söylemiştir, onunla yetinilmesini ister: “Diyanet ‘dinî’ bir kurum değil, ‘idari’ bir kurumdur. Onun için devlet bünyesinde olması laikliğe aykırı değildir.”
Pişkinliğe bak!
Cevap mı şimdi bu?
Kargalar bile güler buna!
Zaten laikliği alırken halka mı sordular ki?
İçten, yani sistem içinden, Diyanet Kurumundan kimin haddine düşmüş onu sorup sorgulamak?
Ama dıştan çok sıkıştırırlarsa onlara da bir cevapları vardır: “Bizim bize özgü şartlarımız vardır. Anlayın bizi!”
“Peki, nedir şu size özel şartlar?”
Cevap nettir: “ İslam.”
Yani?
“İslam Hristiyanlık gibi henüz reform geçirmemiştir. Dünyanın işlerine de, idaresine de karışır. Laikliği asla kabul etmez. Onun için İslam’da reform yapana kadar bu böyle devam edecektir.”
Döndük mü şimdi tekrar başa?!
Yani din ve vicdan özgürlüğüne?
En temel insan haklarına?
Dön baba dönelim!
Bakın bakalım seksen senede kaç arpa boyu yol gitmişiz!
Bütün bunlar göz önüne alındığında, Diyanet mensuplarının başı olan Başkandan tutun da, müftü, vaiz, imam ve müezzinlere kadar hepsinin devlet memuru oluşu, üzerinde derin derin düşünülecek ve ibret alınacak bir durumdur.
Hatta Diyanete eleman yetiştiren İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinin öğretim görevlilerinin devlet memuru oluşu, yine üzerinde derin derin düşünülecek ve ibret alınacak bir durumdur.
Diyanet ve devlet memurluğu…
Hem de nasıl bir devletin memurluğu?
Açıkça söyleyelim, kısmen de olsa, İslam kanunlarının devlet yönetimine müdahalesini şiddetle yasaklayan, İslam Hukuku olan şeriatla ve şeriatçılarla mücadeleyi en büyük amaç edinen, hatta şeriatı ülke için birinci tehdit kabul ederek öncelikle mücadele edilecek en büyük tehlike gören bir devletin memurluğu…
Elbette üzerinde derin derin düşünülecek ve ibret alınacak bir durumdur bu mevzu...
Çünkü bunların aldığı eğitimin bir adı İslam ise, diğer adı da şeriattır.
Çünkü bunlara göre “şeriat İslam’dır.”
Bu ise – niye ise- devlet nazarında suçtur.
Böylece hepsi de “potansiyel suçlu”durlar devlet nazarında…
Ayıkla pirincin taşını!
Herkes ayıbın üstünü örterek, kiri halının altına süpürerek idare ediyor. Devlet İslam yerine “şeriat ve irtica” kelimesini kullanarak vuruyor. Diyanet ve dindarlar da İslam diyor ama asla “şeriat” kelimesini kullanmıyor. Vaziyet idare edilmiş oluyor böylece. Birisi kalkar da “Şeriat İslam’dır” derse, herkes ona “oyun bozan” muamelesi yaparak dışlıyor.
Bilmem ki söylemeye gerek var mıdır; bu memurlar, idare içinde sıradan bir kurumun sıradan memurlarıdır ve her memur gibi amirlerine karşı yasal sorumlulukları vardır.
GENELEVLERDE VESİKALI FAHİŞE ÇALIŞTIRMAK DÜZENİN ÇOK BÜYÜK AYIBIDIR
Bugünkü düzenin/sistemin büyük ayıplarından biri, üzerinde TC başlığı bulunan "vesikalarla" birtakım kadınlara resmen fahişelik yapma izni vermesi, genelev adı verilen günah evlerindeki yasal fuhşu tanzim etmesi, koruması, bundan KDV ve gelir vergisi alması, bu günah evlerinin kapısında polis bekletmesidir.
Vesikalı fahişelik bir tür köleliktir.
Hiçbir medenî sistem/düzen böyle bir köleliğe razı olmaz, bunu yasallaştırmaz.
İslam dini böyle bir şeye izin vermez.
Gerçek İslam devletinde böyle bir kurum olmaz.
Yakın tarihimizde çok zengin Türkiye vatandaşı bir Madam vardı, genelevler imparatoriçesi idi.
Bu kadına, devlet büyüklerinin de bulunduğu resmî törenlerle vergi rekordmenliği ödülleri verilmiştir.
Bu kadının Atatürk akrostişli bir de şiiri vardır.
Ülkenin en lüks Rolls Royce otomobili bu kadının idi.
İslam dini kadının bu kadar alçaltılmasına, bu kadar köleleştirilmesine cevaz vermez, rıza göstermez.
Aykırı fikir ve görüşleriyle tanınmış bir ilahiyatçı, bugünkü ahlaksızlık, fuhuş ve rezillik tufanına karşı genelevler açılarak bunlar önlenebilir ve azaltılabilir mealinde bir çare ve çözüm bulmuş. Bu çare ve çözüm bâtıldır.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilişinden sonra Jön Türklerin Medine-i Münevverenin dış mahallelelerinden birinde gizli bir günah evi açtırdıklarını duymuştum.
Yine Osmanlı zamanını hatırlayan bazı ihtiyarlar, İttihadçıların Medine'ye borulu gramofon getirdiklerini, bu habis aletlerin çirkin gürültüsünün Harem-i Şerifin içine kadar sızdığını söylemişlerdi.
Devletimiz uluslar arası kadın haklarıyla ilgili sözleşmelere imza koymuş ve kadınları fahişe olarak çalıştırmayacağı konusunda taahhütte bulunmuştur.
Bugünkü resmî vesikalı, KDV'li, gelir vergili, polis korumalı fuhuş:
Evrensel insan haklarına ve haysiyetlerine aykırıdır.
Kadın haklarına aykırıdır.
İslam'a aykırıdır.
Ahlaka aykırıdır.
Bilgeliğe aykırıdır.
Laiklik laiklik deyip duruyorlar. Böyle bir şey laikliğe uygun mudur değil midir, bu sorunun cevabını bizzat laikler versin!
"Ahlaksızlığı ve fuhşu önlemek veya azaltmak için genelevler açılabilir" diyenleri protesto ediyorum.
Böyle giderse ülkemizin büyük bir kısmı açık bir geneleve dönecektir.
Zinayı suç olmaktan çıkarttılar...
Turizm patlasın diye her kötülüğe göz yumanlar var.
Kadın haklarından bahs edip duran çağdaşlar, Kemalistler, ateistler, laikler bugünkü resmî ve yasal vesikalı, KDV'li, korumalı fuhşu kötülemezse onları iki yüzlü, yalancı, sahtekar ilan ediyorum.
İnsanın olduğu yerde günah olur ama günahlar hiçbir zaman yasallaştırılmaz, meşru hale getirilmez, yapılması için vesika verilmez., ondan KDV alınmaz.
*(İkinci yazı)
Bu Gemi Nereye Gidiyor?
Jön Türklerin baskısıyla Sultan Abdülhamid anayasayı yürürlüğe koyunca Selanik ve İstanbul bir anda tımarhaneye dönmüştü. Yaşasın hürriyet, yaşasın meşrutiyet, yaşasın müsavat ve uhuvvet sesleri göklere yükseliyordu. Bir kısım insanlar delirmiş gibiydi. Herkes bir altın çağ başladığına inanıyordu. Pıtrak gibi yeni gazeteler dergiler yayınlanıyor, sansürsüz deli dolu yazılar kaleme alınıyor, nutuklar atılıyor, konferanslar veriliyordu.1911'de İtalya Trablusgarp vilayetimize saldırdı.
1912'de, bizim meşrutiyet sarhoşluğumuzdan ve Jön Türklerin gaflet ve hıyanetinden yararlanan Balkan devletleri saldırdı, Rumeliyi kaybettik.
1914'te devlet birinci dünya savaşına sokuldu.
1918'de teslim olduk.
1922'de son Padişah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı, Osmanlı devleti battı...
1908'den sonra İstanbul haberle, dedikodu ile iddia, isnat, yalan dolan, entrika ile kaynıyordu.
Kâmil paşa... Said Paşa... Ferit Paşa...
Ayan azası Filan Paşa... Vüzeradan Falan Paşa... Sabık Bahriye nazırı Feşmekan Paşa...
Matbuatta (basında) dehşetli polemikler yapılıyordu... İstanbul'da üç gazeteci öldürülmüştü...
Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa...
Yaver-i Hazret-i Şehriyarî M. Kemal Paşa...
Siyaset dedikoduları içinde Fısıltı gazetesinde o günün magazin haberlerine de yer veriliyordu: Yâver M. Kemal Paşa kerime-i Hazret-i Padişahî Sabiha Sultan'a tâlib olmuş ama Sultan ona varmamış.
Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Frenkler...
Günde yirmi dört saat yoğun dedikodu ve kulis...
Paşalar, vezirler, sefirler, Darülfünun müderrisleri, ayan azaları, mebuslar, ulema, kıssisler...
Heccavlar, karikatüristler.
Sayılamayacak kadar çok türedi, yeni yetme, kokuşma zengini.
Birinci dünya savaşında bulgur ve vagon spekülasyonlarıyla zenginleşenler. Kara ve kirli servetler.
Otuz bir Mart hadisesinden sonra Yıldız Sarayı'nın yağma edilmesi. Yağmaya iştirak eden paşaların listesi 1919'da yayınlanmış bir İkdam nüshasında ilan edilmiştir. Kıymetli bir pandantifi hangi paşa almış?
Sultan Abdülhamid zamanında tam 33 yıl topluma püskürtülemeyen bütün irinler, muzahrafat, pislik, kazurat seller, tufanlar gibi akmıştı.
Kazım Paşa... Salih paşa... Münir Paşa... Şu Paşa, bu Paşa, o Paşa... Paşa vü temaşa...
Birinci dünya savaşı kaybedilince üç ünlü paşamız Alman denizaltılarına binerek yurt dışına kaçmışlardı.
Devlet batmıştı.
Halk kırılmıştı.
Ülke harap olmuştu. Yunan İzmir'e çıkmıştı.
Aradan bir asır geçti. Dedikodular bitmedi. Paşaların yerini generaller aldı.
Gazetecilerin adları değişti.
Konular değişti ama dedikodular yoğun mu yoğun.
Hırsızlık, hortumlama, kokuşma yine hükümferma.
Belki eskisinden daha fazla.
Eskiden Rumeli teröristleri, Sandanskiler vardı. Şimdi Rumeli elimizde değil, doğru ve güneydoğu bölgesinde terör kasırgaları esiyor.
Şu sözde sofu Müslümana bakınız: İlmihalini bilmez, Haliç'teki Simon balıklarının kaç yüzgeci olduğunu bilir.
Karı iki saat uğraşmış nefis dolmalar sarmış. Ocağa koymuş, tv başına koşmuş, dedikoduları içer gibi dinlerken yemeği ocakta unutmuş, yanmış!
General Atılgan tutuklandı... General Saldıray sorguya çekildi...
Kamer Genç kükredi... Şu sayın esti gürledi... Bu sayın ateş püskürdü...
Tencere dibin kara!... Senin dibin benimkinden daha kara... Hah hah hah, kapkara mapkara...
Alçaklar hamiyetsizler...
Gericiler ilericiler...
İrtica tehlikesi var, otobüse kısacık şortla binip bacaklarını uzatan genç kız rahatsız edildi.
Generaller, gazeteciler, bürokratlar, milletvekilleri, politikacılar, iktidar, muhalefet...
Bir kör döğüşüdür gidiyor.
Hanefi Avcı... Haliç'te Simon balıkları... Bu balıklar pullu mu pulsuz mu? Al mı mor mu?
Hah hah hah...
1908 Meşrutiyetinden sonra gemi skandallar, fesatlar, yoğun dedikodular, çekişmeler, tepişmeler, siyasî kavgalar içinde 1918'da karaya vurmuş, dağılmıştı.
Yeni gemi şimdi yoğun dedikodular, polemikler, çekişmeler, tepişmeler, itiş kakış, karşılıkla söz düelloları, ağır ithamlar, yalanlar dolanlar, ağır suçlamalar, sen ben kavgaları, tencere dibin kara, hainler, hamiyetsizler, verip veriştirmeler içinde bir yere doğru bata çıka ilerliyor.
Bu gemi nereye gidiyor?
Selamet limanına mı, felaket kayalıklarına mı?